Osmanlı Padişahları

13 Kasım 2007 Salı

TÜRK TARİHİNDE GÖÇLER

Türk Tarihinde Göç Hareketleri

Türklerin göç hareketleri, ilkçağlarda başladı, ortaçağların sonlarına kadar sürdü. Bu dönem içinde bir çok Türk boyları, Orta Asya'dan Hindistan, Uzakdoğu, Orta Avrupa ülkelerine göç ettiler. Bu göçler sonunda birçok Türk devleti kuruldu.
Hun Türkleri, IV. yüzyılın sonlarına doğru Kuzeydoğu Asya'dan Doğu Avrupa'ya göç ettiler. Zamanla güneydoğuya kayarak, Orta Avrupa'ya, Balkanlara ve Tuna vadisine yerleştiler. Göktürkler'in bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine, Juan-juanlar, Avarlar adıyla Orta Avrupa'ya göç etmek zorunda kaldılar (552'den sonra). Hun ve Avarların ardından Bulgar Türkleri de Balkanlar'a (Tuna'nın güneyi) geldiler. Bunları, Türklerle akraba olan ve kısmen beraber yaşamış bulunan Macar kabilelerinin Tuna havzasına göç ederek yerleşmeleri takip etti. Daha sonra Peçenek Türkleri, Balkanlar'da yerleştiler. Türklerin büyük kütleler halindeki göçü, XI. yüzyılın sonunda oldu. 1071'de Sultan Alparslan'ın Bizans'ı yenmesinden sonra, Türkler, büyük kafileler halinde Anadolu'ya yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsından kaçan bir kısım Türk aşiret ve boyları, İran yoluyla, Anadolu'ya geçtiler. Bu göçler sırasında geçtikleri yerlerde, devletler kurdular. Göç hareketi, XV. yüzyıla kadar sürdü ve on milyona yakın Türk, yurt değiştirdi. Başka bir büyük Türk göçü de Osmanlı Devletinin kurulmasından sonra Rumeli, Ege adaları, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerine oldu.
Osmanlı Devleti'nin belirli bir iskân siyaseti vardı. İlk devirlerde, yeni fethedilen topraklara (özellikle Balkan yarımadasının çeşitli yerlerine) Anadolu'dan konar-göçer aşiretler, Türkmenler ve Yörükler yerleştirildi. Kıbrıs'ın fethinden sonra, oraya da bu şekilde göçler yapıldı. Bu bölgelere zamanla beş milyon kadar Türk yerleşti. Göç hareketi, imparatorluğun genişleme devresine kadar sürdü; duraklama devrinde son buldu. Rumeli'deki toprakların kaybedilmesi üzerine, buralardan gittikçe çekilen Osmanlı İmparatorluğu topraklarına doğru göçler başladı. Budin'in terk edilmesinden sonra daha da hızlanan bu göçlerde, hiçbir nizam görülmedi. Toprak kayıplarının 1700-1774 yılları arasında artmasına paralel olarak, göç hareketleri hızlandı. Belli başlı göçler, Kırım'dan, Kuzey Kafkasya'dan, Yunanistan'dan, Bulgaristan'dan, Yugoslavya'dan, Doğu Türkistan'dan gelerek Anadolu üzerinde toplandı.
Kırım'dan. Kırım, Ruslar tarafından işgal ve tahrip edildiği sırada (1771), 35 000 Kırımlı Türk, kılıçtan geçirildi. Bu türlü şiddet hareketleri karşısında, Anadolu'ya ve Balkanlar'a göçler yapıldı (1785-1788). Bu göçlerin en önemlisi, 1789-1790 yılları arasında oldu ve 1800'e kadar devam etti. Böylece, yaklaşık olarak 500 000 kişi Kırım'dan ayrıldı. 1812'de Osmanlı Devletinin Rusya'ya karşı Fransa ile işbirliği yapması üzerine Ruslar, Kırım Türklerine yeniden zulüm yapmaya başladılar. 1815-1828 yılları arasında göçler devam etti. Kırım'dan Türkiye'ye göçenler, Eskişehir yakınlarına yerleştiler. 1860-1862 yıllarındaki göçlere Nogaylar da katıldı ve 227 627 kişi göç etti. 1862'de, göç edenlerin sayısı 360 000 olarak tespit edildi. 1859-1864 yılları arasındaki Nogay göçleriyle birlikte göçmenlerin sayısı 700 000 oldu. 1874-1877 yıllarında yeni göç hareketleri görüldü. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan (93 Harbi) sonraki göçler, 1890-1891'de daha da arttı. Bu göçler sırasında Kırım'dan 18-20 000 kişi ayrıldı. 1902-1904'te de göç edenler oldu.
1871 yılına kadar gelen göçmenler, imparatorluğun Rumeli sahillerindeki Köstence, Mangalya, Balçık, Burgaz, Varna şehirlerinden Balkanların içine Vidin'e kadar yayıldılar. Trakya ve Anadolu'da ise İstanbul, Edirne, Adana, Ankara, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Halep, İzmir, Konya ve Sivas şehirlerine yerleştiler.
Kuzey Kafkasya'dan. Türklerin yoğun bulundukları bölgelerden biri olan Kuzey Kafkasya'ya ilk Rus akını, 1768'de oldu. Kuzey Kafkasya halkı, önce Türklerle birlikte Ruslara karşı savaştı; fakat düşmanın sayıca fazla olması yüzünden yenilerek, 10 000 kişilik bir kafile halinde Anadolu'ya göç ettiler. 1780-1800 arasında göç edenlerin sayısı 30 000'i buldu. 1812-1815'te 15 000, 1829'da 12 000 Kuzey Kafkasyalı Türk, Anadolu'ya göç etti. 1829-1859 yılarında Ruslara karşı yapılan bağımsızlık savaşlarındaki yenilgiler, Anadolu'ya yeni göçlerin yapılması sonucunu doğurdu; 1855-1863 yılları arasında 295 000 kişi Türkiye'ye göç etti. 1864'te Batı Kafkasya ve Kuban havalisindeki Türkler, bir ay içinde yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Bir milyondan fazla göçmenin büyük bir kısmı, yollarda öldü; ancak 600 000'i Trabzon, Samsun, Köstence ve Varna limanlarına gelebildi. Bir kısmı Akdeniz ve Ege limanlarına ve İç Anadolu'ya gönderildi. Göçmenlere yardım amacıyla, büyük şehirlerde yardım komisyonları kuruldu. Rumeli limanlarına inen bir kısım göçmenler, Niş, Priştine ve Kosova havalisine, Edirne ve İslimye taraflarına, Vidin eyaletine, Sofya ve Berkofça sancaklarına, Ziştovi, Niğbolu ve Lofça'ya yerleştirildiler. Rumeli'ye yerleşen Kafkas göçmenlerinin sayısı 175 000'i buldu. Anadolu'ya gelenler de Amasya, Adana, Adapazarı, Bursa, Çankırı, İzmit, İçel, Konya, Tokat ve Sivas'a, hattâ Halep, Şam, Amman ve Kıbrıs'a yerleştirildiler. Sonu gelmeyen göçler devam ettiği sırada, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Yeniden 500 000 kişi Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etti. 1886'da 4000 kişi daha Türkiye'ye göç etti ve İzmit civarına yerleştirildi.
Âzerbaycan'dan. Âzerbaycan'dan yapılan göçler, 1800'den sonra başladı. 1812-1815 arasında 7000, 1829'da 9000, 1860'ta 18 000 Âzerbaycanlı, Kars, Iğdır, Ardahan bölgelerine geldi. 1877'de göçler daha da yoğunlaştı. Ayrıca, 1920'de 10 000 kişi daha göç etti.
Yunanistan'dan. 1820'de Mora isyanından sonra, Sakız, Girit, Epir ve diğer adalardaki Türklerin korunması, Osmanlılar için büyük bir mesele oldu. Avrupa'dan gelen gönüllü askerlerle Rum çeteciler, Teselya ve Ege adaları ile Mora'da oturan Türk ve Müslüman halka zulmetmeye başladılar ve 32 000 Müslüman Türkü öldürdüler. Rusya ile İngiltere arasında yapılan anlaşma (1826) ile bağımsız Yunan devleti kuruldu ve Müslüman halkı Yunanistan'dan çıkarma kararı alındı. Mora'da bulunan Türklere ait arazi satın alınacak, halk, Osmanlı Devletinin bir kısım bölgelerine göç edecekti. Bu teklif Osmanlı Devleti tarafından reddolununca, Rus-İngiliz baskısına Fransızlar da katıldı. Osmanlı donanması, Navarin'de yakıldı (20 Kasım 1827). Fransızlar, karaya asker çıkardılar. 1828'de Rusya da harp ilan edince, Osmanlı Devleti, zor durumda kaldı. Edirne'ye ve Erzurum'a kadar Osmanlı toprakları saldırıya uğradı. Anadolu'ya göç başladı. İmzalanan Edirne Antlaşması'yla (1829) savaş son buldu. Yunanistan, Osmanlı Devleti tarafından tanındı. Bölgedeki Türklerin göç anlaşması İstanbul'da kabul edildi (1830). II. Mahmud Han, bu antlaşmayı önce kabul etmek istemedi, fakat İngiltere ve Fransa'nın baskısıyla, Mora'da oturan Türklerin altı ay içinde burayı boşaltmaları istendi. II. Mahmud Han, Mora'da daha fazla kan dökülmesini istemediği için, antlaşmanın şer'i şerîfe aykırı olmadığına dair şeyhülislâmdan fetva aldı, sonra Mora'dan Türk göçü başladı. Girit'te Rum katliâmı şiddetlenince (1864), buradaki Türk halkı zor durumda kaldı. Neticede Girit'ten Anadolu'ya ve İstanbul'a 60 000 kişi göç etti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Yunanistan'daki Türklerden bir kısmı, Anadolu'ya göç ettiler. Kurtuluş Savaşı'nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadele sonunda, Türkiye'ye pek çok Türk ailesi göç etti (1923-1933 yılları arasında 384 000 kişi).
Göçler, 1934-1960 arasında da devam etti 23 788 kişi Türkiye'ye geldi. 1960-1970 arasında 2081 kişi Yunanistan'dan Türkiye'ye yerleşti.
Bulgaristan'dan. Rusların 1828'de Tuna'yı aşarak Edirne'ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine saldırtması sonucunda bozguna uğrayan şehir ve kasabalardan, perişan halde 30 000 Türk, Türkiye'ye göç etti. 1876'da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya, Bosna-Hersek'i aldı, ayrıca Bulgarlara ve Sırplara, Rusya himayesinde bağımsızlık verildi. Aynı yıl Bulgarlar, Türklere karşı şiddet hareketlerine giriştiler; buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi, Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu. Binlerce Türk, Edirne, İstanbul ve Anadolu'ya göç etti. 1877 Osmanlı-Rus Savaşından sonra yapılan Berlin Antlaşması'yla Bulgaristan devletinin kurulması kabul edildi. Bu durum, Bulgaristan'daki Türkler için kötü oldu ve 1876-1878 yılları arasında 200 000 Türk Edirne ve civarına yerleşti. 300 000 göçmen, Rumeli'den Anadolu'ya geçti. 75 000'i Halep ve Şam'a, 25000'i Adana'ya, 10 000'i Konya ve Kastamonu'ya, 10 000'i Kıbrıs'a yerleşti. Sivas, Amasya ve Diyarbakır'a beşer bin kişi, Cezayir'e 500 kişi gönderildi. Kuzey Bulgaristan'dan göç eden bir kısım Türkler, Rodoplar'da Ruslarla çarpışan Pomaklarla birleştiler. Birçok silâhlı saldırıya uğrayan göç kafilesi, ağır kayıplar vererek Türkiye'ye gelebildi. Doğu ve Batı Trakya ile İstanbul göçmenlerle doldu.
Birinci Dünya Savaşında Bulgaristan, Türkiye'nin müttefiki olunca, göç eden kafilelere bazı kolaylıklar gösterdi, fakat ellerindeki mal ve mülkün bedelini değerinden çok düşük olarak ödedi.
1885-1923 yılları arsında Türkiye'ye 500 000 kişi göç etti. 1927'den sonra yeniden şiddet hareketleri görüldü. Deliorman Türkleri, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçü göze alamadılar ve 1930-1933'te Romanya'ya, buradan da Köstence yoluyla Türkiye'ye geldiler. 1923-1933 yılları arasında göç edenlerin sayısı 101 507'dir. Yine Bulgaristan'dan 1934-1960 arasında 272 971 kişi Türkiye'ye göç etti. 1951-1952 yıllarında Bulgarlar, 154 385 Türk vatandaşını Edirne'ye gönderdi. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan'da halen 1 milyonun üstünde Türk vardır. Bu Türkler için, Bulgaristan yeni göç planları hazırladı. Buna göre, Türkiye'de yakın akrabaları bulunan Türkler, Türkiye'ye göç edebilecekti. 1970 yılının her ayında kafileler halinde Türkiye'ye göçler başladı. Türkiye'ye 1960-1970 arasında Bulgaristan'dan gelen serbest göçmenlerin sayısı 13125'tir.
Romanya'dan. Romanya toprakları, Osmanlı İmparatorluğunun idaresindeyken, Besarabya ve Kırım'dan onbinlerce Türk buraya yerleşti. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşlarında, Rus orduları Tuna'yı aşarak Şumnu'ya kadar ilerlediği sırada, Akkerman, Bender, İsmail kalelerinde muhasarada kalan Türkler, Dobruca'ya; Eflâk ve Boğdan'da bulunanlar da güneye doğru göç ettiler. Böylece gelmiş olan bu göçmenlerin sayısı, 200 000 kişiyi aştı. Birçoğu da Anadolu'ya ve özellikle Eskişehir'e yerleşti. 1826'da yapılan Akkerman antlaşmasıyla, Müslüman ve Türklerin bu bölgede oturması şartlara bağlandı. Besarabya, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra Rusların eline geçti. Dobruca, Rumenlere verildi. Devam eden Rus saldırılarından zarar gören Türkler, göç etmeye başladılar. Sonraki yıllarda Dobruca'dan 80-90 000 Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu'ya yerleştiler. Bölgede kalan Türklerin Romen ordusuna alınmak istenmesi üzerine, Türkiye'ye yeniden göç başladı (1883). 1899'daki kıtlıkta Türk ahâli, Tulça sancağından Köstence ve Tulça yoluyla, denizden Anadolu'ya geçtiler. 1900-1923 arasında, göçlerde bir azalma görüldü. 1923'ten sonra, Dobruca'dan yeni göçler başladı. 1923-1933 arasında 33 852 kişi göç etti. Türklerden boşalan yerlere yerleştirilen Makedonyalı Ulahlar, takındıkları sert tavırlarla, Türk halkını fazlasıyla rahatsız ettiler. Bu durum, yeni Türk göçlerine sebep oldu. 1934'te 15 321 kişi göç etti. Romen hükümeti ile yapılan anlaşmalarla, göç işleri bir düzene sokuldu. 1935-1939 arası, toplam olarak 64 570 kişi göç etti. Romanya, 1939'da güney Dobruca'yı Bulgarlara bıraktı ve burada kalan 8000 Türk, 1952'de Türkiye'ye gönderildi. 1934-1960 yılları arasında Romanya'dan göç edenlerin sayısı 87 476'dır. Bu göçmenler, Trakya, Batı Anadolu ve diğer bölgelere yerleştirildiler. 1960-1970 arasında Romanya'dan 271 serbest göçmen geldi.
Yugoslavya'dan. 1804'te isyan eden Sırpların şiddet hareketleri sırasında, Semendire'ye bağlı yerlerde Türklere karşı girişilen katliâmdan kaçanlar, Rumeli ve Bosna-Hersek'e göç ettiler. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşının başlamasıyla Ruslardan yardım gören Sırplar, Türkler üzerindeki şiddet hareketlerini ve baskıyı daha da arttırdılar. Bu sırada kaçabilen Türkler, Manastır, Üsküp ve Kosova'ya yerleştiler. 1826'da imzalanan Akkerman antlaşmasıyla, 150 000'e yakın Türk, Sırbistan'dan çıkarıldı; Belgrad ve diğer Türk kalelerinden 15 000 kadar Türk, Anadolu'ya göç ederek Sakarya ırmağı çevresine yerleşti. 1908-1923 yılları arasında 300 000, 1923-1933 arasında da 108 179 Türk, Türkiye'ye göç etti. Yugoslavya'daki rejim değişikliğinden sonra da göç hareketleri devam etti. 1934-1960 yıllarında 160 922 kişi Türkiye'ye yerleşti. Yugoslavya'dan göçler, daha sonraki yılarda da yakın zamana kadar devam etmiştir. 1960-1970 arasında 43 753 serbest göçmen gelmiştir.
Doğu Türkistan'dan. Bugün Çin idaresinde olan Doğu Türkistan, zengin madenlere sahip olması yüzünden bir çok istilâya uğradı. Bölgedeki halk göç etmeğe başladı. 1917'de 20 000 kişilik bir kafile Tibet'e, buradan da 1940'ta Hindistan'a sığındı. 1949'da Çin baskısından kaçan 7000 Türkistanlı, Türkiye'ye göç için yola çıktılar; bunlardan ancak 852 kişi Türkiye'ye gelebildi (1953) ve Adana, Konya, Kayseri, Niğde ve Salihli'ye yerleştirildi. Kısaca Türkistan'dan 1934-1960 arasında 2128 göçmen geldi. Türkistan'dan 1960-1970 arasında gelen serbest göçmenlerin sayısı 169'dur.
Kıbrıs'tan. 1570'te Osmanlı idaresine geçen Kıbrıs'a, Anadolu'nun güney vilayetlerinden 50-60 bin Türk yerleştirildi. Böylece, adanın nüfusu 200 000'e çıktı. Ada, İngilizlere kiralanınca (1878), buradaki Türk halkı, Anadolu'ya göç etmeğe başladı. Bu göçlerle 15 000 kişi Anadolu'ya geldi. Lozan antlaşmasıyla ada İngilizlere bırakılınca, göçler daha da hızlandı ve 24 000 kişi Türkiye'ye geldi. 1878'den itibaren göç edenlerin sayısı 70 000'i buldu. Gelenlerin çoğu Ankara, İstanbul ve İzmir'e yerleştirildi.

TÜRKLERİN İSLAMİYET'E GİRİŞİ

Türklerin İslâmiyet'e Girişi

Peygamberimizin, İslâm'ı tebliğiyle birlikte, dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, yeni ve büyük bir millet hâline geldi. Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ aşağılanarak yaşayan insanlar, bu dinle birlikte birdenbire, tarihin mümtaz kahraman, fatih ve dâhîleri oldular. Halife Hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641'de Suriye ve Mısır'ı fethederek, koca Doğu Roma'nın kanatlarını kırdı. 642'de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geçti. Ancak bu devrede İslâm'ın merkezinde Hazret-i Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler, 8. yüzyıl başlarına kadar, Türklerle Müslümanların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Bazı kaynaklarda, Hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd'ın, Müslüman olan Türkleri Kûfe'ye yerleştirdiği belirtilmektedir. Daha sonra Emevîler tarafından, İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine Haccâc'ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi. Müslümanlar, kısa zamanda Mâverâünnehir'e hakim olduktan sonra Talas'a kadar akınlarda bulundular. Ancak, Türgiş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak, Emevî ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emevîler döneminde, Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu. Ancak bu mücadeleler, Türklerin İslâmiyet'i yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâm'ın bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu.
Türklerin hiçbir baskı veya zorla karşılaşmaksızın İslâm'ı kabul etmeleri, üç ana sebebe dayanmaktadır. Birincisi, Türklerin inanç ve yaşayışlarının İslâm'a çok yakın olmasıdır. Tek bir yaratıcıya iman, âhirete ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâm'da da vardı. Zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar, İslâm dininde de şiddetle men ediliyordu. Nihayet, İslâmiyet'teki cihad emri, Türkün alplik ve fetih görüşüne uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehir (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Türklerin İslâmiyet'i kabullerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler, özellikle Türkistan'la ticarî faaliyetleri sırasında, kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dinine, daha çabuk ve kolaylıkla girdiler.
Türkistan Türkleri arasında İslâmiyet'in bu ilk yayılışıyla, diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi, hemen hemen aynı devreye rastlar.
Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine girerlerken Mâverâünnehir'deki Türkler arasında da İslâm, 8. asrın başından itibaren yayılmaya başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına almaya başlaması, Abbâsîler döneminde oldu. Abbâsî halifelerinin, Türklere fevkalâde yakınlık göstermeleri, bu faaliyetin daha da hızlanmasına sebep oldu. Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker olarak girmeye başladı. El-Me'mun döneminde (813-833) Türklerden özel muhafız birlikleri oluşturulmaya başlandı. Nihayet, Halife Mu'tasım zamanında (833-842) halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti. Müellifler artık, Türklerin Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında, gayrimüslim Oğuzlarla bile savaştıklarını yazmaktadır. Halife El-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türk'tü. 10. asrın ilk yarısında, emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı, Beckem ve Tüzün, getirilmişti. Türklerin Bağdat'ta idareyi ele almaları üzerine, uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman Türk devletlerden bazıları, bu suretle kuruldu. Bunlar arasında, Mısır'daki Tulunoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tulûn adında bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tulûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi. İbn-i Tulûn, Mısır'ı birçok mîmârî eserle süslemiştir. Tulûnoğulları Devleti, 905'te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed'in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır.
Ancak bu devletlerde, idareci zümrenin Türk olmasına karşılık, esas kitle yani halk tabakası, daha çok Mısırlılardan oluşuyordu.
İslâmiyet'in, devlet ve halk olarak Türkler arasında kabulü, ilk defa İtil (Volga) Bulgarları arasında gerçekleşti. Batıya giden Tuna Bulgarları, toplu olarak Hıristiyanlaşırken, İtil boyu ve Kazan havalisinde kalan asıl büyük Bulgarlar, özellikle Türkistan'la olan ticarî ilişkileriyle tanıma fırsatı buldukları İslâm'ı severek kabul ettiler. Bulgar hanı Almış, 920'de Bağdat'taki halifeye başvurarak, İslâmiyet'in öğretilmesi ve kaleler inşası için, kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi. Halife Muktedir Billah tarafından gönderilen kalabalık bir elçi heyeti, 922 Mayısında, Bulgar ülkesine geldi. Almış Han ve maiyeti, elçilere fevkalâde bir hürmet ve kabul gösterdiler. Bu tarihten itibaren Bulgar ülkesi, Abbâsî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu haline geldi. Ülkede Abbâsî halifesi ve Bulgar Hanı namına sikkeler basılmakta, taş camiler, saraylar, kaleler ve diğer binalar yapılmaktaydı. Bulgarlar, Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla, büyük bir değer kazandılar. Bulgar ülkesine gelen Abbâsî elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan, yazdığı seyahatnamesinde, bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samîmî Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin, sabah namazını kaçırmamak için, bir ay, geceleri uyumadıklarından söz etmektedir. Bu sözler, Türklerin, İslâm'ı ne derece güçlü bir inançla kabul ettiklerini göstermektedir.

ESKİ TÜRKLERDE DEVLET TEŞKİLATI

Eski Türklerde Devlet Teşkilatı, Kültür ve Medeniyet

Türk cemiyetinin temeli aile idi. Evlenen kız veya erkek, ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi. Boyların kendilerine ait toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi.
Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse, buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse, buna "il" denilmekteydi ki, bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır.
Türklerin en belirgin özelliklerinden biri, kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten, Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde, devletsiz kaldıkları, yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklâle verilen değer, bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58'de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle, Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
"Bizim için, tâbiiyet, yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi, Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken, devletimizi korumalıyız."
Orhun Kitabeleri'nde ise, istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul, hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan, Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir."
Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju, Kağan, Han, Yabgu, İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alâmetleri, "taht, otağ, tuğ, davul, sorguç" gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde, altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar, yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan, yaradanın, kut'u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar, devlet işlerinde daima, büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi, pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler, hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri, asıl güçlerini, temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare yetkisi, bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig'de, halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar, b) âdil kanun, c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra , "Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste" denilmektedir.
Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu. Ancak, oğulları hükümdar olacağı için, ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hâtunlar, zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Fakat onların devlet işlerine karışmaları, dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
Kağanların oğulları, devlet işlerine alışmak üzere, tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han, şad, tigin gibi unvanlar alırlardı.
Hükümdarın ve valilerin emirleri altında, çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb. unvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı", hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi.
Eski Türkler, devamlı şehirlerde yaşamadıkları için, yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı. Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı. En büyük askerî birlik, 10 000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar'da "tümen" adı veriliyordu. Tümenler binli, yüzlü, onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
Ordular, o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında, kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda, görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar, okçu süvari birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar, merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu (Turan taktiği) adını verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker, komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka bir şey düşünmezdi.
Diğer taraftan, etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin, rahat ve emin olabilmeleri, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre, her şeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp, örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her konuda, töre'nin ne olduğunu, küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı. Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye ters düşen kağanlar, tahtlarından indirilir, hattâ idam edilirdi. Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için, kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten, töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki, Türk töresi, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti.
Eski Türklerin dinleri, hangi dinden oldukları, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze, bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi, doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır. Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan, bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
Birçok tarih kitabındaysa, eski Türklerin, Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler, Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı. Kam, tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslâmiyet'ten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler, yani kam veya şamanlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı, din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler, Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple, tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek, bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir. Yine onların "Tanrı yapar, Tanrı yaşar" inancına göre, Tanrı mahlûk değil, yaratandır. Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin, gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil, olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi, çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazen kullanılmaktadır.
Diğer taraftan, eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından, zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar, büyük suç olarak kabul edilip, bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı.
Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar, İslâm'la büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre, Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği, çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim, uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyet'te de görülmektedir. Bu durumda Türklerin, sonradan, zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle, dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler, onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581), Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca, beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
İlk defa, Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779), Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için, yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti, böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu. Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar, Musevî dinine girdiler. Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.

5 Kasım 2007 Pazartesi

TÜRK TARİHİ

İslâmiyetten Önce Türkler
Türkler, dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden biridir. Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes'in Türk adlı oğlunun neslindendir.
Tarihî şahıs, boy ve millet adlarının oluşumuna göre, Türk kelimesinin aslı "türümek" fiilinden gelmektedir. Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de yürümekten "yürük" adını almışlardır. Türk kelimesi, ayrıca, çeşitli kaynaklarda; "töreli, töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve deniz kıyısında oturan adam" manâlarında kullanılmaktadır.
Coğrafî ad olarak Turkhia (Türkiye) tabiri ise altıncı yüzyıldaki Bizans kaynaklarında, Orta Asya için kullanılmıştır. Dokuzuncu ve onuncu asırlarda, Volga'dan Orta Asya'ya kadar olan sahaya denilirdi. Bu da Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye, Hazarlar'ın; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkesiydi. Memluklar'ın ilk zamanlarında, Mısır'a da Türkiye deniliyordu. Selçuklular zamanında, onikinci yüzyıldan itibaren Anadolu'ya Türkiye denilmeye başlandı. Türk kelimesini, Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan, yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devleti'ydi.
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiung-nu dedikleri, M.Ö. 3. asrın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin anayurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Denizi'nin kuzey hudutları içinde kalan vadideydi. Şenyu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfus çoğalması ve fetih isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.

İslamiyetten Önce Türk Devletleri:
Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hun İmparatorluğu, aynı zamanda, Türk askerî teşkilat ve idareciliğinin de ilk örneğidir. Osmanlılar zamanı dahil olmak üzere, bütün tarih boyunca Türk teşkilatının baş kaidesi olan, sağ ve sol ikili nizam, Hunlar tarafından kurulmuştur. Hun ordusu, on bin, bin, yüz ve on kişilik gruplar halinde, onlu sisteme göre oluşturulmuştu. Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleri ile geçiniyorlardı.
Hunlar, M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında, Sarı Irmağın kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk kavminin süvarileri karşısında tutunamayıp, ağır yenilgilere uğradılar. Böylece Çin hakimi olan Ti-şin hanedanı, Çin Seddi'ni tamamlamaya çalıştı.
Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk halinde birleştiren ilk büyük Hun hükümdarı, Teoman Yabgu'dur (M.Ö. 220). Teoman Yabgu'dan sonra, Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete Han zamanında yapılan fetihlerle, Hun İmparatorluğunun toprakları, Hazar Denizinden Japon Denizine kadar uzandı. Bu topraklarda, çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra, diğer Altaylı kavimler de yaşıyordu. Mete devri, Hun İmparatorluğunun en parlak devri oldu (M.Ö. 209-174).
Mete Han'dan sonra gelen yabgular zamanında, Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla, Türk ve Çin hükümdar aileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar, Hunların iç işleri bakımından bir çok karışıklıklara yol açtı. Buna rağmen Hun İmparatorluğu, M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu yüzyılda ise, Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı. Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkleri zayıflatmayı bildiler. Neticede Hunlar, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Bunlara, Güney ve Kuzey Hunları da denir. M.S. 3. yüzyılın başlarında, başka bir Türk kavmi olan Siyenpiler, Hunlarla iktidar mücadelesine giriştiler. Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla, Hunların hakimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu, tarihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğüydü.
Siyenpiler'le yaptıları savaşları kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra, Hunların bir kısmı, Dinyeper nehriyle Aral Gölünün doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve 4. yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin'den gelen Hun kitleleriyle çoğalan ve uzunca bir süre sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlenen bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle, bu tarihten itibaren Batı'ya göç etmeye başladılar. O tarihlerde, Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Cermen kavmi olan Gotların işgali altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogotlar), batısında ise Batı Gotları (Vizigotlar) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya'da Gipidler, bugünkü Macaristan'da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı. Hun başbuğu Balamir'in idaresinde, hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiğiyle hareket eden Hunlar, Önce Doğu, sonra da Batı Gotlarla karşılaştı. Yerlerinden kopan bu kavimler, batıya doğru hızla akarak, Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz'den İspanya'ya kadar her tarafı alt üst ettiler. Böylece, Avrupa'nın etnik manzarasını değiştiren ve tarihte Kavimler Göçü denilen hadise meydana geldi. Âni ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun akıncı birliklerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında büyük yankılar yaptı. Hunlar aleyhine, Latin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivayet ve hikâyelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu.
Hunlar (Bkz. Avrupa Hun İmparatorluğu), 378 yılı baharında Tuna'yı geçtiler ve Romalılardan direniş görmaksizin Trakya'ya kadar ilerlediler. Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi, Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yöneldi. Bu ikinci akıncı kolu, Güney Anadolu'dan Suriye'nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbahar'da aynı yoldan Azerbaycan'a döndü. Batı'da ise Balamir'in oğlu Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri, Bizans İmparatorluğunu barışa zorladı. Ildız'dan sonra hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında da Bizanslılar, Hunlara vergi ödedi. Rua'nın 434'te ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila zamanında Hunların hakimiyeti, Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar uzandı. Yönetimleri altında, çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere kırkbeş kavim yaşıyordu. Bunların çoğu, şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı. Attila, 451'de Hristiyan dünyasının merkezini zaptetmek üzere, yüz bin kişilik ordusuyla Roma önüne geldi. Ancak, Attila'nın önünde diz çöken ve Roma'nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, kentin kurtarılmasını sağladı.
Attila'nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek dönemlerinde, Hun birliği parçalandı. Ayaklanan Cermen kavimleriyle yapılan savaşlar, Hunları yordu. Sonuçta Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile, Bizans'tan geçiş izni alarak Karadeniz'in batı kıyılarına döndü. İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların oluşumunda büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre, Bulgar Türk Devletinin kurucusu Dulo sülalesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hanedanı, İrnek'i ata tanımaktadırlar.
Hunların büyük kısmı, Volga'dan batıya geçerken, onlardan bir kısmı olduğu ileri sürülen Ak Hunlar, 4. yüzyılda Batı Türkistan'a göçerek, burada Ak Hun devletini kurmuşlardı. Ak Hunlar, 441 senesinde Semerkand, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sâsânî Devletiyle komşu oldular. Bir süre sonra Horasan'a sefer düzenleyen Türkler, Sâsânî hükümdarı Şehinşah Firûz'u mağlup ettiler. Ak Hunlar, bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan'ın kudretli hakimi olarak hüküm sürdüler. 6. Asrın başlarında Ak Hunlar, ülkelerini Göktürklere bırakmak zorunda kalarak, onların tâbiiyeti altına girdiler.
M.S. 3. yüzyıl başlarında, Türklerin Tabgaç Hanedanı, Kuzey Çin'de güçlü bir siyasî teşekkül meydana getirerek, Asya Hunlarının yerini aldı. Tabgaç hakimiyeti, hükümdar Kuei zamanında (385-409) Pekin'e kadar uzandı. Bu durum, Tabgaçların Çin'le çok fazla yakınlık kurmalarına ve onların hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki, bazı Tabgaç yabguları, Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum, Tabgaçların, Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu. Onların yerine 4. asrın sonunda, iktidar, Avar hanedanının eline geçti.
Avar Türkleri, önceleri Hun ve Tabgaç hanedanlarının hakimiyeti altında yaşıyorlardı. Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hakimiyetini ele geçiren Avar Hanedanı, 4. yüzyıl sonundan 6. yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas olarak Çin'le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552). Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine, Avar kitleleri batıya doğru çekildiler.
558 yılında, Sabarlar'ın hakimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları egemenlikleri altına aldıktan sonra, Bizans'a elçi gönderek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. Bu arada Dalmaçya'da ve Balkanlar'da geniş çaplı bir fetih hareketine giriştiler. Bizans İmparatoru, Avar akınını durdurmak maksadıyla, Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere, bazı Slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı. Fakat 562'de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar, Bizans'la sınırdaş oldular. Avrupa içlerine büyük akınlarda bulundular. Bizans İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568'de, bugünkü Macaristan'ı tamamen hakimiyetleri altına aldılar. Böylece Orta Avrupa'da büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları, Elbe Vadisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.
Avar Hakanlığının ikiyüz yıl kadar süren hakimiyeti devrinde en mühüm askerî teşebbüsleri, İstanbul'u kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında iki defa olmak üzere, Sâsânîlerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir sonuç alamadı. Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların, Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran özellikle ikinci harekâtı, tarihî birtakım hatıralar da bıraktı. Avarların çekildiği gün, Bizans'ta bayram ilan edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti. Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Avar Hakanlığının itibarını sarstı. Tâbi kavimler başkaldırmaya ve dağılmaya başladılar. Uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar Bulgaralara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı, yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu. Fakat, 791'den itibaren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamamen ortadan kalktı(805). Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak, yerli halk içinde eridi.
Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir millete ad olarak vermek şerefini kazanan Göktürk Kağanlığı, Doğu Sibirya'daki Yakut Türkleriyle batıdaki Ogur (Bulgar) Türklerinin bir bölümü dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri, kendi idarelerinde birleştirdiler.
Göktürklerin tarih sahnesine çıktıkları sıralarda, Altay Dağlarının doğu eteklerinde, toplu bir halde, geleneksel sanatları olan demircilikle uğraştıkları ve Juan-Juan Devletine silah imal ettikleri bilinmektedir. 552'de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin boy beyi Uluç Yabgu'nun oğulları Bumin ve İstemi Kağanlar, Ötüken merkez olmak üzere devleti kurdular. Avar Kağanlığını yıktılar. Bumin Kağan, devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan da batı bölgesine hükümdar oldu.
Doğu Göktürkler, siyasî bakımdan hep Çin'le karşı karşıya geldiler. Çin'le sık sık savaşlar yapılıyor, arada uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu. Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin Kağan'dan sonra sırasıyla, İstemi Kağan, Kara Kağan, Mukan Kağan, Tapo Kağan, İşbara Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan geçti. Bu Göktürk kağanları da önceki Türk hükümdarları gibi, Çinli prenseslerle evleniyorlardı. Çinliler ise zaman zaman gönderdikleri elçilerle, zaman zaman da bu Çinli hatunlar sayesinde Göktürk ülkesinde siyasî karışıklıklar ve parçalanmalar meydana getirebiliyordu. Nitekim Çinli İçing Hatunla evlenen Kara Kağan, onun etkisinde kalarak Çin'e savaş açtı (630). Yapılan savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler, Çin hakimiyetini tanımak zorunda kaldılar.
Göktürklerin en buhranlı zamanında açılan bu savaş, Kara kağan ve onbinlerce Türkün esareti ve devletin yıkılmasıyla sonuçlandı.
582'de Doğu Göktürk Hakanlığı'ndan kesin olarak ayrılan; Ötüken, Batı Moğolistan, Aral Gölü havalisi, Kaşgar, Mâverâünnehir ve Merv'e kadar Horasan sahaları üzerinde hakim bulunan Batı Göktürk Hakanlığı'nın hakimiyeti de uzun sürmedi. Tardu Kağan'dan sonra ülke, şehzadeler arasında taht kavgalarına sahne oldu. Nihayet 630 yılı, Doğu Göktürklerinin olduğu gibi Batı Göktürklerinin de Çin hakimiyeti altına girdiği bir devir oldu.
630-680 yılları arasındaki 50 yıllık zaman, Göktürklerin bağımsızlıklarını kaybettikleri bir mâtem devresi oldu. Her ne kadar Orta Asya'da Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini korumuşlarsa da, müstakil bir devletten mahrumiyet, Göktürkler için haysiyet kırıcı bir ıstırap kaynağıydı. Kitabelerden anlaşıldığına göre, Göktürkleri bu felâkete düşüren sebepler, üç noktada toplanmaktadır:
1. Sonra gelen devlet adamlarının kötü idaresi. "Kağan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için, bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, fena imiş... Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adını almışlar. Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler."
2. Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı. "Türk budunu... Sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap, bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken'i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu, kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi. Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu."
3. Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası. "Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi, uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış. İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne, güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü."
Millet, kendisine de şöyle sesleniyordu: "Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir kavim idim, hakanım nerede?" Bu düşünceler içindeki Türk prensleri, zaman zaman ihtilâl girişimlerinde bulundularsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu hareketler arasında en hayret verici olanı, 639 yılında Kürşad'ın ihtilâl teşebbüsüdür. T'ang imparatorunun saray muhafız kıtası subaylarından olan Göktürk prensi Kürşad, Türk devletini diriltmek için, 39 arkadaşı ile gizlice anlaştı. Bazı geceler şehirde dolaşmaya çıkan imparator, yakalanarak kaçırılacaktı. Fakat plânın tatbik edileceği gece ansızın patlayan fırtına yüzünden, İmparator saraydan çıkmadı. Kararın geciktirilmesini mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defa doğruca saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele geçirip, başkente hakim olmayı düşünüyorlardı. Yüzlerce muhafız telef edildiyse de, dışarıdan sevkedilen orduyla başa çıkılamadı. Bunun üzerine saray ahırlarından seçme atları alarak Vey Irmağına doğru çekildiler. Ancak, fırtına ve sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa tutuşan Kürşad ve arkadaşları, birer birer ecel şerbetini içerek bu dünyadan göçtüler.
Kürşad liderliğindeki kırk yiğit, başarısız kaldılarsa da, Türk milletinin kalbindeki sönmez istiklâl ateşini tutuşturdular. Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler, her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç kez daha başarısız ihtilâl girişiminden sonra, nihayet 682 yılında Kutlug Şad, etrafına topladığı Türklerle bağımsızlığını ilân etti. Dağılmış boyları bir araya topladı. Bu sebeple İlteriş unvanını aldı. Çinli bir prensesle değil, bir Türk kızıyla evlendi. Bilge Han ve Kültigin adında iki oğlu oldu. Kutlug ölünce yerine kardeşi Kapagan Han kağan oldu. Yirmiiki yıl saltanat süren Kapagan Kağan'ın ölümünden sonra ülke karışıklıklar içinde kaldı. Bunun üzerine İlteriş Kutlug Kağan'ın oğulları Bilge Han ve Kültigin birleşerek idareyi ele aldılar. Bilge Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu. Böylece Türk tarihinde ilk defa iki kardeş, devlet idaresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı. Bilge Kağan ile Kültigin, iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan kaldırdılar. Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Ülkenin, milletin ve devletin birliği sağlandı.
Göktürkler devrinin en önemli eseri, Orhun Âbideleri'dir. Göktürk yazısı ile yazılan üç âbide, 725-735 yılları arasında diktirilmiştir. Burada Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin'in ve Bilge Kağan'ın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk'un, bir ara Çin esaretine düşen Türk devletini yeniden kalkındırmak için gösterdikleri gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden faydalanmaları istenir. Ayrıca istiklâl fikri verilir. 745'te Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur hanedanı, büyük Türk Hakanlığı tahtına geçti. Uygurlar devrinde, Türkistan tamamen Türkleşti ve İranlı unsurlar, dillerini bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840'ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan'dan sürünce, Doğu Türkistan'a yerleştiler. İlk Uygur hakanı olan Kutluk Bilge Kül Kağan, atalarının inancındaydı.
Uygurlar devrinde Türklük, bir din arayışına girdi. Aralarında Manihaizm, Budizm, hattâ Hıristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler, yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan'da pek çok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfabesiyle binlerce eser tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa kullandıkları için, bazı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan'ı kaybettikten sonra, imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu'da yaşayan bir Türk hânedanıyken, 840'ta Karahanlı hakimiyetine girdiler.
468'den 965'e kadar, diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya'da, kudretli, yüksek kültrülü bir hakanlık kurdular. Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denilen hakanları, daha çok Musevî dinine girdiler ve bu dine giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler.
Diğer taraftan, Avarlar'dan sonra 10. asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz'in kuzeyinde güçlü bir devlet kurdular. Peçenekleri takiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa'ya yerleşerek, Balkanlar'da bir müddet hakimiyet sürdükten sonra, Hıristiyan olup Slavlaşarak, Türklüklerini kaybettiler.
8. asırla 13. asır arasında yaşayan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı. Uygurlar, Göktürkler zamanında Altay Dağlarının kuzeydoğusunda yaşıyorlardı. 745'te Göktürk hânedanına son vererek, kendi hânedanlıklarını kurdular. Göktürkler zamanında Baykal Gölü ile Yenisey arasındaki Sayan Dağları havalisinde yaşayan Kırgızlar, daha ziyade mavi gözlü ve sarışın idiler. 9. ve 10. asırda, Müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslam'ı kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kimek kavminin en önemli koluydu. 11. asrın ikinci yarısında Sirüderya (Seyhun) Irmağının kuzeyindeki bozkırın önemli bölümüne hakim oldular. Moğol istilâsı sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri, İslâm ülkelerine satılmıştır. Bunlar; Bağdat Abbasî halifeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyubîler'in hâssa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında, Mısır'da asırlarca devam edecek olan Memlûk Devletini kurmuşlardır.
Karluklar, Göktürk İmparatorluğuna dahil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi. Göktürkler zamanında, Balkaş Gölü'nün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. 9. asrın ortalarından 13. asra kadar Ceyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini idare eden Karahanlı Hânedanı, Karluk kavmindendir.
Oğuzlar, Türk camiasının belkemiğini teşkil eden en mühim ve en büyük koldur. Tarihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular. Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar, Oğuzlar'ın birer koluydu.
(www.dallog.com sitesinden alınmıştır)